Nuri Demirağ Kimdir?

Nuri Demirağ Kimdir?

BU KİTABI NİÇİN YAZDIM?..

Hayatta muvaffak olmuş insanları tanımak, hiç şüphesiz ki pek faydalıdır. Bunun içindir ki:

Karneci, milyonlarını nasıl kazandı?..

Rokfeller, nasıl zengin olmuştur?..

Roçild, kimdir?.. vesaire gibi eserlerden her memlekette yüzbinlerce nüshalar basılmış ve milyonlarca okuyucuyu arkasından sürüklemiştir.

(Zenginin malı, züğürdün çenesini yorar) dememelidir. Bir günlük nafakasının temini için sabahtan akşama kadar vücudünün ve dimağının bütün kuvvet ve takatini sarfedenler, bu çetin hayattaki muvaffakiyet sırlarını öğrenmek., servet ve saadet gayelerine bir an evvel vasıl olabilmek için, iş hayatında muvaffak olmuş adamlarımız) ın kim olduklarını, nasıl çalıştıklarını ve nasıl kazandıklarını ve nerelere sarfettiklerini öğrenmelidir.

Ben, tetkiklere giriştim. Bunlardan bazılarının hayatını bütün incelikleriyle öğrendim. Ve ilk olarak da son günlerin ehemmiyetli mevzuları arasında sık sık ismi geçen (Nuri Demirağ) 'ı seçtim.

Benim kanaatimce Nuri Demirağ, iş adamlarımızın arasında, en mühim bir şahsiyettir. Büyük şehirlerin iktisadi mahfillerinden Anadolunun en hücra köşelerine kadar kendisine pürüzsüz bir şöhret temin etmiştir. Mayasına hiç su katılmamış olan bu Anadolulu öz Türk evlâdı, tam mânasiyle, nümune olacak bir takım hususiyetlere maliktir. Nitekim, 14/10/940 tarihinde (Vatan) gazetesinde ondan bahseden (Ahmet Emin Yulman), üç sütunluk makalesinin sonuna, şu satırları ilâve etmiştir:

(Nuri Demirağ, bir Türk zengininin nasıl olması lâzımgeleceğine en güzel bir örnektir. Başkaları da bu örneği birer suretle takip etseler; memlekette ideal zevklerini maddi zevklerden üstün tutmak moda olur. Yeni neslin hayat gayeleri hep bu istikameti tutar... Bizde iyi örneğin tesiri büyüktür.

(Zenginlerimizden her birinin, günün birinde şu kararı vermesi kâfidir. «Enerjim sayesinde para sahibi oldum. Bu parayı memleketin hayrına yarayacak yeni yeni teşebbüslerde ve işlerde kullanmak enerjisini de göstermeliyim. Bu fâni hayatta maddi zevkı ve gösterişi (Allah) tanırsam, hayatımı ne kadar yersiz israf ettiğimi günün birinde mutlaka duyarım... Evlâtlarıma fazla para bırakıp onları mirasyedi diye yetiştirirsem, bana teşekkür edecek yerde, günün birinde lânet ederler.»

(Zenginlerimiz böyle bir ruh gösterecek olurlarsa, hususi teşebbüsün umumi hayatımızdaki yeri ve kıymeti derhal fırlar. Bu hakikati kavrayacak ve Nuri Demirağ gibi bir memleket işinin âşığı ve dertlisi olacak zenginlerimize bu memleketin çok ihtiyacı vardır.)

Emin Yalman'ın bu sözleri ,hiç şüphesiz ki büyük bir hakikattır. Bu ciheti nazarı dikkate alarak Nuri Demirağ'ı tahlil ederken, bilhassa şu noktaları da unutmamak lâzım gelir :

1 — Nuri Demirağ, bir harp zengini değildir.

2 — O, zamanlardan ve fırsatlardan istifade etmesini bilen bir talih oyuncusu da değildir. Bulaşık işlere asla elini sürmemiştir.

3 — Hayatında (mâcera) denilen cür'et kumarcılığını bir kere bile aklından geçirmiyen bu Türk milyoneri, daima düşünüp taşınarak (müsbet) işlere girişmiş.. bütün servetini, ölçülü ve hesaplı hareketlerle temin etmiştir. Ve muvaffakiyetini taliinden değil; bizzat kendi kabiliyetinden ve çalışma faaliyetinden beklemiştir.

İşte bu itibarladır ki onun hayatı, iş sahasının her kısmında çalışanlara en ciddî bir rehber olabilir. Ve maksadım da bu kitabı yazarak —bilhassa Türk gençlerine— onun şahsiyetini, karakterini ve iş faaliyetini nakletmek.. okuyuculara bir fayda temin edebilmekten ibarettir.

Ziya Şakir

Nuri Demirağ kimdir ?

1935 genesi haziran ayının 5 inci günü, (Son Posta) gazetesinde, Nuri Demirağ ile gazeteci arkadaşlarımızdan bicinin yaptığı bir mülâkat neşredildi. Zannederim ki bu, Nuri Demirağ'ın sonraları yaptığı hadsiz hesapsız mülâkatların ilkidir.

Ben, bu uzun mülâkatı, buraya aynen nakledecek değilim. Sadece, Nuri Demirağ'ın şahsiyetini tebarüz ettirmek için yazılmış olan satırlardan bazılarına temas etmekle iktifa eyliyeceğim.

(Nuri Demirağ, —o tarihten— on beş, yirmi sene evvel, maaşiyle geçinen mütevazı bir maliye şubeleri müfettişidir. Kendisinden küçük, (Abdürrahman Naci Bey) isminde bir biraderi vardır ki o da, bir tapu mühendisidir.

Mütareke devrinin bütün vicdan sahibi Türklerini dağidar ettiği o meş'um günlerinden birinde, vazife dolayısiyle Tatavlaya giden Nuri Demirağ, birkaç palikarya tarafından — tahkir edilmiştir. O palikaryaları gırtlağından tulup yere çalmak, Nuri Demirağ için işten bile değildi. Zira o, hükûmetin başına bir gaile çıkarmamak için itidal ve sükûnetini muhafaza etmiş.. fakat, memurları palikaryalar tarafından hakaret gören bir hükûmetin memurluğuna tahammül edemiyerek, derhal istifa eylemiştir.

Artık Nuri Demirağ iş hayatına girecek.. geçimini, kendi kudret ve zekâsiyle temin edecektir. Lâkin bütün sermayesi, 56 sarı liradan ibarettir. Bu küçük sermaye ile ne yapılabilir?.. Fakat onda öyle çelik bir azim var ki, o para ile az zamanda çok büyük işler yapabileceğine kanidir. Nitekim, o 56 sarı lirayı kâğıt paraya tahvil etmiş; bununla sigara kâğıdı ve kırtasiye işine girişmiştir.

O tarihte sigara kâğıdı ticareti kâmilen Musevilerle Rumların elindedir.

Bunlarla ticaret sahasında boy ölçüşmek, âdeta inhisar altına aldıkları bir işte, —bilhassa bir Türke göz açtırmamak için— girişecekleri rekabete tahammül etmek kolay değildir. Fakat Nuri Demirağ, kararını vermiştir. Onun bu kararı, yenilmesi mümkün olmıyan bir çelik kale gibidir. Nitekim o büyük bir azim ile işe sarılmış.. ve az bir zamanda geçimini temin etmek şu tarafa dursun; daha büyük işlere atılmak için, oldukça mühim bir sermaye de elde etmiştir... Bu da, pek tabiîdir. Çünkü o, ağzına bir damla içki koymayı aklından geçirmemiştir. Sigara, içmemiştir. Tiyatro, sinema, gazino, bar gibi sefahat yerlerinde gezmemiştir. Bütün hayatını şuurlu bir irade ile, iyi bir Türk ve Müslümana yakışacak perhizkârlıkla geçirmiştir. Ve parasını da israf etmemiştir. !

Nuri Demirağ, elindeki sermaye ile büyük işlere atılacak derecede kendisini kuvvetli görünce, yeni bir karar daha vermiştir. Bu da; şu kelimelerle hulâsa edilebilir:

— Maddi ve manevi varlığımı, memleket işlerine hasredeceğim,

Bu kararı verir vermez, küçük biraderi Mühendis Abdurrahman Naci Beyi memuriyetinden istifa ettirmiş, Onunla, Anadoluda yapılacak inşaat işlerine girişmiştir.

Artık, azim ve irade, bütün müşkillerle çarpışmaya başlamıştır. Muvaffakiyet, arttıkça artmıştır. Nihayet kazanç, yüzbinleri ve hattâ milyonları aşmıştır.

Para, insanı azdırır değil mi?.. Fakat Nuri Demirağ, azmamıştır. Az zamanda zengin olan züğürtler gibi, şımarmamıştır. O yine, mütevazı bir memur olduğu zaman nasıl tertemiz bir perhiz ve sükûnet havası içinde yaşamışsa, milyoner olduktan sonra da aynı saf hayat içinde yaşamıştır. Ve hattâ kendisi gibi bakir bir hayat içinde yaşattığı aile ve evlâtlarını —-ileride— birer mirasyedi haline düşürmemek için, bir vasiyetname bile tanzim etmiştir. Bu vasiyetname, gavet basittir. Münderecatı:

«Bırakacağım servetten, evlâtlarımın yüksek tahsil ücretleriyle ailemin orta halde geçinecekleri mikdar ayrıldıktan sonra mütebakisi, hayır işlerine sarfedilecektir,» diye, necibane bir cömertliği ihtiva etmektedir).

NURİ DEMİRAĞ BU MUDUR?..

— Hayır.

23 Ağustos 1941 senesinde intişar eden (İnkılâpçı Gençlik) mecmuasının ikinci sayfasında, şöyle bir yazı vardır:

(Şahsi gayret ve idealler birleşip bir kül teşkil ettikleri zaman gayeye varılmış nazariyle bakılabilir. Azim ve teşebbüs, fertlerden başlıyarak cemiyetlerin ve milletlerin bekasına mutlak surette müessirdir. Teşebbüs ve azmetmek, herhangi bir işin en basit riyaziye kaidelerivle halledileceği veçhile dörtte birinin yapılması demektir.

Ölçü mü istiyorsunuz?.. İşte, yirmi otuz yıl evvel topu topu birkaç on lira ile işe başlıyan Nuri Demirağ.. işte, muazzam hangarları, hava meydanları ve atölyeleriyle ortaya koyduğu eseri..

Bu Türk, her zevkin ve idealin üstünde memleketinin idealini ve müdafaa cephesini düşünerek bugünkü kabiliyet ve randımanı kazanmıştır.

Ona, ne İsviçrenin, ne şuranın ne de onun bunun vereceği saadet, Türk olmanın ve hâkim yaşamanın saadetini verememiştir.

Nuri Demirağ'ın ideali ve onun yenilmez gayreti ile göklerde haz ve sürurla seyrettiğimiz çelik kanatlar, gençliğin göğsünü imanla kabartmaktadır.

Bu Anadolu evlâdı, hiç şüphe edilmez ki Türk milletinin unutulmaz hürmet ve sevgisini kazanacak.. bilhassa milletimiz için hayati ehemmiyeti haiz olan teşebbüsünde hükûmetimizin en lüzumlu teşvik ve yardımını görecektir.

O vakit, çok geçmeden, Hayrettin iskelesindeki, Yeşilköydeki ve Divrikteki fabrika, atölye ve gök okullarının büyüyüp genişlediğini, Türk ordusu ve gençliğinin mühim ve bölünmez birer parçası olduğunu göreceğimize inanıyoruz. Nuri Demirağ, bütün vatandaşlarımız içinde şahsî servetini memleketin hayrına ve müdafaasına koyan ve harcayan, pek nadir bir vatandaştır. Nuri Demirağ'a, içten gelen tebriklerimizi ve yurd müdafaası cephesinde — sarfettiği yılmaz gayretinden dolayı en hararetli şükranlarımızı — bildirirken para ve servetlerini birer köşeye, zevke ve eğlenceye saklıyan vatandaşlarımıza bu büyük vatandaştan dersi ibret almalarını ve teşebbüs kabiliyeti kazanmalarını tavsiye ederiz.)

Acaba bu satırlar, Nuri Demirağ'ı ifade edebilmiş midir?..

— Hayır...

— O halde, Nuri Demirağ kimdir?..

Bu suale cevap verebilmek için, onun varlığının başladığı yerden itibaren tetkik ve tahlillere girişmek lâzımgelir.

I

Ruhu idealist, dimağı realist olan Nuri Demirağ (Sivas) vilâyetine bağlı (Divrik) kazasının merkezi olan, ayni isimdeki kasabada 1302 tarihinde dünyaya gelmiştir. Bu kaza, devlet ve millete hayırlı hizmetler gören birçok zeki insanlar yetiştirmekle, hususi bir şöhrete maliktir.

Anadolunun ortasında, Sivas ile Erzincan arasında bulunan bu kasabanın havası, mutedildir. Umumiyetle ahalisi zeki ve sakindir.

Divrik arazisinin büyük bir kısmı yalçın kayalardan ve yüksek şahikalardan müteşekkil olduğu gibi tabiî servet kaynakları da henüz inkişaf etmediği için halkı zengin değildir. Fakat kasabalıların ekseri zenginlerinden köylülerin en fakirlerine kadar hepsi cömerttir. Misafirperverdir. Kasabada ve köylerde, asalete ve ahlâk nezahetine ehemmiyet verilir.

Aileler arasında, eski Türk türesine göre yedi ceddini bilenler ve sayanlar az değildir. Adliye ve zabıta sicilleri, göze çarpacak derecede temizdir. Ahlâki fezahet ile büyük cinayetler, enderen görülen şeylerdir. Ancak, arazi ve su meselelerinden dolayı arada sırada bazı hâdiseler vukua gelir. Yalnız, faizciliği bir aile mirası gibi benimsiyerek fakir köylüleri istismar eden bir kaç kasabalı halkın zararına olarak birhayli servet edinmişlerdir. Fakat bunlar da kasabanın dürüst insanları arasında barınamıyacaklarını anladıkları icin İstanbula çekilmektedirler.

Verdiğimiz su kısa malümattan da anlaşılır ki Divrik, millî şeref ve asaletin muhafaza eden bir beldedir. Divrikliler ise her muhitte zekâlarını, ilim ve irfan istidatlarını; memleketleri verimsiz olduğu için, gurbet diyarlarında kanaatkârane çalışkanlıklarını gösteren kimselerdir.

Divrik tarihi bir beldedir. XI ve XII nci asırlara kadar, muhtelif sahipler değiştirmiştir. Nihayet, Türklerin en şanlı hükümdarlarından (Alparslan) ın 1071 senesinde Bizans ordularını (Malazgirt) te perişan etmesini müteakıp kahraman kumandanlarından (Mengücek Han) isminde bir zata Diyarbakır, Erzurum. Erzincan, Kemah, Suşehri, Karahisar, Giresun ve havalisini tahsis etmesi üzerine, Divrikin mukadderatı bir daha tebeddül etmiştir. Bu büyük kumandan bu sahalarda bir Türk hükûmeti teşkil ederek merkez olarak Divrik kasabasını seçmiştir... İşte, o tarihten itibaren artık bu kasaba, bir daha hiç değişmemek üzere, Türk hâkimiyeti altına girmiştir.

An'ane halinde intikal eden rivayetlere nazaran Mengücek Han Divrike yerleşirken beraberinde dört aile getirmiştir ki; bunlardan biri, sonraları (Mühürdarzadeler) ünvanını alan öz bir Türk ailesidir. Rivayete nazaran Divrikin okur yazarları, hep bu aileden türemiştir. XIII üncü asırda (Hüsamettin Ahmet Şah) bir sanat bedia olan meşhur (Ulu Cami) i inşa ettirdiği zaman bu nefis İslâm âbidesinin hüsnü muhafazasında Mühürdar ailesini de vazifedar kılmış; bu tarihî aile, uzun zaman bu vazifeyi ifa eylemiştir. Fâni hayatın her şeyde olduğu gibi, Mühürdar ailesi de hâdisata tâbi olarak büyük istihaleler geçirmiştir. Muhtelif inkilâbata uğrayan ailenin serveti de, vârisler arasında taksime uğrayarak nihayet XIX uncu asırda ailenin son hafidi olan (Örmer Bey), Devlet hizmetini kabule mecburiyet hissetmiş ve Divrik Müstantikliği vazifesini kabul eylemiştir. Artık sıra, Ömer Beyin bir yuva teşkili meselesine gelmiştir. Bunun üzerine, Divrikin en namdar ailelerinden (Murat zadeler'in (1) torunu Ayşe Hanım) ile izdivaç etmiştir. Ve genç evliler, kasabanın Süleyman Ağa mahallesinde, harem ve selâmlığı havi, iki katlı bir binaya yerleşmişlerdir.

Ömer Beyin bütün varidatı, yalnız Müstantıklık maaşından ibarettir. Fakat Ayşe Hanımın zekâsı ve hüsnü idaresi bu mütevazı aileyi tam bir refah içinde geçindirmektedir. İzdivacın ilk senesi bu mesut yuva, bir çocuk sesiyle bir kat daha şenlendi. 1886 senesi mayıs ayının 7 nci günü, Ömer Beyin bir erkek evlâdı dünyaya geldi. (Mehmet Nuri) tesmiye edildi. 1889 senesinde Abdürrahman Naci'nin doğumiyle aile büyük bir meserret daha hissetti. Fakat bu, uzun sürmedi. Aile reisi Ömer Bey, bir cinayetin tahkiki için gittiği bir köyde, mühim bir kaza geçirdi. Haşarı attan müthiş bir çifte yedi. Vakıa bu çifte darbesi, büyük bir felâkete müncer olmadan geçiştirilmişti. Fakat Ömer Bey, esasen şeker hastalığına müptelâ olduğu için, açılan yarayı tedavi edip kapamaya imkân görülemedi. O sırada vazife ile bulunduğu (Yıldızeli) de vefat etti (1305-1889).

Ömer Beyin vefatı yalnız aileyi ıztırap içinde bırakmakla kalmadı. Bütün o muhitte, büyük bir teessür uyandırdı. Çünkü genç müstantık, ahlâk salabeti, vazifesindeki ciddiyeti, ve halka hüsnü muamelesi ile herkesin hürmet ve muhabbetini kazanmıştı. Buna binaen, onun Hakkın rahmetine kavuşmasından mütevellit, teessür, uzun müddet unutulamadı.

Bugün bile ismi daima hürmetle yâd edilmekte olan merhum Ömer Bey, Yıldızeli kasabasının geniş ufuklara nazır olan kabristanında asırdîde ardıç ağaçlarının altında, yatmaktadır. Hayatın fâniliğini ifade eden mezar taşında, şu ibrete şayan kitabe vardır:

Girip ziri türaba güncü vahdet ihtiyar ettim
Kapandım bârigâh-ı izzete cismim gubar ettim
Tahammül etmeyip hicranına geçtim hayatımdan
Visâl-i yâr için ben böylece terk-i diyar ettim

Vatanda kaldı evlâd-ü-iyalim ben bu gurbette
Vefat etmekle ol bikesleri pek nâledar ettim 
Eğer tarih-i fevtimden haberdar olmak istersen 
1305 de tekmil-i hayat-ı müstear ettim
 ★

Bu felâket karşısında çok müşkil vaziyette kalan biri vardı, o da bizzat Ayşe Hanım idi.

Genç kadın, henüz saadetine doyamadan, sevgili zevcini kaybetmişti. Bir taraftan bu ayrılığın kalbinde açtığı derin yaranın acılarını çekerken, diğer taraftan da yetim kalan iki küçük evlâdını yetiştirmek gibi güç bir vazifenin bütün ağırlığı omuzlarına konmuştu.

Ayşe Hanım, o zaman üç yaşında bulunan Mehmet Nuri ile daha henüz üç aylık olan Abdürrahman Naci'yi alarak Divrike avdet etti. Fakat vaziyeti çok nazikti, O zamanın kanunlari mucibince iki çocuk ile validelerine, —otuzar kuruştan—— doksan kuruş maaş tahsis edilmişti. Âyşe Hanım bu para ile iki çocuğun hem iaşelerini temin edecek hem de onları cemiyet hayatına fâydalı birer unsur olarak yetiştirecekti.

Mamafih bu nazik ve müşkil vaziyet, bu faziletkâr kadının azmine zerre kadar halel getirmedi. O, her şeyden evvel mahrumiyete göğüs germeye karar verdi. Zevcinin ruhunu rencide etmemek için, hiç kimseden yardım istemedi. Mukadderatın kendilerine çizdiği hudut içinde, büyük vazifesini ifaya girişti. Üç kişilik ailenin bütün geçimini, doksan kuruş aylıkla birkaç dönüm tarlanın hasılatı temin ediyordu. Süleyman Ağa mahallesindeki ev kendilerinin olduğu için kira ücreti de düşünülmüyordu. Ayşe Hanımın memnun olduğu bir cihet varsa o da, ilk planda olan Nuri'nin sıhhati meselesi idi. Bu gürbüz çocuk, babasından kuvvetli bir bünye tevarüs etmişti. Bu itibarla, hiç bir sıhhi engel karşısında kalmadan, derhal tahsile başlıyacak ve devam edebilecekti.

Âyşe Hanım; beldenin âdeti mucibince, oğlunu (Sıbyan mektebi) ne verdi. Mali vaziyetinin darlığına rağmen, mektebe başlatma merasimini tamamiyle icra ettirdi. Yetim yavrusunun, mahrumiyet karşısında mahzun olmasına asla meydan vermedi.

O devrin ilkokulunu teşkil eden sıbyan mektebi, esasen merhum Ömer Bey tarafından inşa ettirilmişti. Hattâ hocası olan (Küçük Hoca) da, yine Ömer Bey tarafından oraya yerleştirilmişti. Bu itibarla hoca tarafından Nuri'ye karşı farklı bir muamele gösterilmek icabederdi.

Fakat Nuri; keskin zekâ kudreti ve annesinin telkinleri sayesinde, vaziyeti herkesten daha iyi kavramış.. bir an evvel yetişerek annesinin omuzlarındaki yükü alıp bizzat yüklenmeye karar ver mişti. O, işte bu düşünce ile, hocasından hiç bir müsamaha beklemedi.

Henüz beş yaşında olduğu halde, kitabına dört el ile sarıldı. Hocasının ağzından çıkanları kuvvetli hâfızasında saklayarak bir tek kelime bile kaçırmadı. Az zaman zarfında okuyup yazmaya başladı. Bu suretle herkesten evvel hocasının takdirini kazandı.

Nuri, diğer talebelerden çok farklı görünüyordu. Zekâsı ve kuvvetli hâfızası, ona âdeta bir mümtaziyet bahşediyordu. Bunlardan dolayı, hocası pek memnundu.

Nuri, arkadaşlarından da muhabbet görüyor; onun dostluğu, çocuklar arasında büyük bir kıymet teşkil ediyordu. Bundan dolayı hocası onu bir muavin gibi kullanıyor; paydoslarda çocukları sıraya koymak, tabur yapmak, teneffüslerde gürültüyü susturmak vesaire gibi ona vazifeler veriyordu.

Nuri; daha o yaşta iken bile, kendisinin teşkilâtçılığını gösteriyordu. Bu, nizam ve intizam işlerini büyük bir muvaffakiyetle idare ederken, arkadaşlarının, yardımına muhtaç olanlarını büyük bir isabetle seçiyor.. zayıfların himayesini üzerine alıyor.. arkadaşları tarafından döğülen çocukların derhal imdadına koşuyor.. kavganın, nizaın önüne geçiyor.. iki tarafı da söyleterek hakemlik vazifesi ifa ediyor.. en gürültülü meseleleri bile, sulh tarikiyle halletmenin çaresini buluyordu.

Yaşı ilerledikçe, artık Nuri'nin karakteri beliriyordu. Ve bu arada onun en çok, arkadaşlarını idare kabiliyeti tebarüz ediyordu. Eski bir âdete tebean, hazan mahalle çocukları toplanırlar; diğer bir mahallenin çocuklariyle (kavga) tabir edilen zorlu mücadelelere kalkışırlardı. Haddi aşmamak şartiyle büyükler, çocukların bu mahalle kavgalarına müsamaha gösterirlerdi. Çünkü bunu bir nevi cenk oyunu telâkki ederler, küçüklerin bu gibi mücadelelerle sinirlerini ve bünyelerini kuvvetlendirmekte fayda görürlerdi. Nuri; gürbüz vücudü ve kuvvetli adaleleriyle mahalle çocuklarının başına geçtiği günden itibaren, artık Süleyman ağa mahallesinin çocukları giriştikleri kavgalarda daima galebe ihraz ederlerdi. Çünkü o, yalnız yumruklarını ve bacaklarını kullanarak değil; aynı zamanda zekâsını gösteren bir isabetle arkadaşlarını icabeden yerlere tâbiye etmek ve tam zamanında hücuma geçmek suretiyle kitleleri sevk ve idare edebilmek sırrını da keşfeylemişti. Arkadâşlarını ona bağlıyan birçok sebepler mevcuttu. Çünkü Nuri, az zaman zarfında, mertlik ve fedakârlıklariyle bütün küçük dostlarını himayesi altına aldığı gibi, kendi gıdasından keserek fakir çocukları doyurmak gibi insanî hasletleriyle de onları kâmilce kendisine minmettar ederdi. Annesi, daima ona kuvvet verici şöyler yedirirdi, Bütçelerinin darlığına rağmen, o mektebe giderken çantasının içine, ekmeğe sarılmış bal ve kuru kaymaktan mürekkep düremeçler koymayı ihmal etmezdi. Lâkin ekseriya bunları yemek Nuri'ye kısmet olmazdı. Çünkü onun arkadaşları içinde, kendisinden fazla gıdaya muhtaç olanlar vardı. Nuri, annesinin kendisi için büyük itinalarla yaptığı düremeçleri onlara yedirmekten büyük zevk duyardı. Çok geçmeden, onun bü âdetini annesi de öğrenmişti. Fakat oğlunun cömertlik hislerini kırmamak için müsamaha göstermeyi tercih etmişti. Zaten bu faziletkâr kadının en büyük gayesi, oğlunun insanî ve vicdanî duygularını tamamyile inkişaf ettirmekti. Bunun için, oğlunun ruhî terbiyesini bizzat deruhte eylemişti. Boş zamanlarında onu karşısına oturtuyor;hikâyelerle, darbimesellerle karıştırarak ettiği nasihatlarla Nuri'ye, hayatın en büyük derslerini veriyordu.

Merhum Ömer Beyin zevcesi Ayşe hanım, artık Nuri'nin hem anası, hem babası, hem hocası olmuştu. Ve Nuri de bu zeki, hassas ve görüşleri çok kuvvetli anasının tesiri altında bulunmaktan büyük bir zevk duyuyor.. ona mutlak surette hürmet ve itaat göstererek en küçük bir itaatsizlikte bulunmayı aklından bile geçirmiyordu.

Asıl dikkate şayan olan cihet şurasıdır ki Ayşe Hanım, oğlunun bütün istidatlarını keşfetmişti. Buna binaen her şeyden evvel oğlunun dinî ve millî terbiyesine ehemmiyet vermişti. Nuri; dedelerine ve Türk an'anelerine ait menkıbeleri dinlemekten büyük bir zevk alıyordu. Bundan da ileride bir tarih meraklısı olacağı anlaşılıyordu. Ayşe Hanım onun bu istidadını anladıktan sonra artık hiç bir fırsatı fevt etmiyor; (Mühürdar ailesi) ne, kendi ecdadını teşkil eden (Murat zadeler) e dair bildiği fıkraları naklettikten sonra:

— İnsan; geçmiş şeyleri öğrenmeli.. büyüklerin gittiği iyi yolda yürümelidir. diye, oğluna rehberlik ediyordu.

Bu nasihatlar, daima tesirini gösteriyordu. Artık az çok idrak devrine gelmiş olan Nuri, bilhassa Türk terbiye ve âdetlerinden dışarı çıkmıyor; ecdadına benzemek gayesiyle, milli ve an'anevi şeref ve fazilet yolundan ayrılmamaya son derecede ehemmiyet veriyordu.

Başında baba baskısı olmuyan yetim bir çocuk, ahlâk, usul ve kaidelerinden pek çabuk inhiraf edebilirdi. Fakat o her şeyden evvel, iffet ve istikametin ne demek olduğunu öğrenmişti.

Meselâ; bazı çocuklar, görenek belâsı olarak sigara içiyorlar. da. Nuri, bunları hoş görmüyor; menetmeye çalışıyordu.

O, yalandan nefret ediyordu. Arkadaşlarının yalan söylememeleri için bütün gayretini sarfeyliyordu.

Bazı çocuklar, ağaçlara tırmanarak kuş yuvalarını bozuyorlardı. Nuri, bu zalimane hareketlere tahammül edemiyor; bu merhametsiz arkadaşlariyle şiddetli mücadelelere girişiyordu...

Hattâ, hayvanlarını döğen ve onlara fazla yük yükleten köylülere çıkıştığı bile vâki oluyordu.

Nuri Demirağ'ın küçüklüğünü bilen ve onu yakından tetkik eden bir zat, —son Divrik seyahatimde— bana şunları anlattı:

— Tuhaftır. Onda; çocukluğundan beri, sanat eserlerine karşı büyük bir alâka vardı.. Çok iyi hatırlarım. Daha henüz yedi yaşında iken, Ulu camiye gider, o tarihi mabedin bir sanat, bediası görmeye şayan olan kapısının karşısına geçer.. bir dantel gibi işlenmiş olan taşları uzun zaman, büyük bir hayranlıkla temaşa ederdi.

Bir gün, böyle bir temaşa esnasında, yine ona rastgeldim.

O andaki düşüncelerini öğrenmek istedim... Yüzüme baktı. Gülümsedi. Dalgın dalgın, bana şu cevabı verdi.

— Bu taşları, nasıl oymuşlar.. sonra, bu koca koca kayaları düzgün bir surette üst üste nasıl koymuşlar?.. — Onları düşünüyorum, dedi. Şu halde, (yapıcılık) ruhu onda daha çocuk yaşında iken belirmişti.

Onun gençlik hayatı hakkında yazılmış, şöyle bir yazıya da rastgeldim: (Nuri Demirağ'ın hayâta atılışı, Divrik Rüşdiye mektebini bitirmesiyle başlar. Her sınıfta, bütün derslerden tam numara alarak birinciliği muhafaza etmesi, mektep idaresince onun muallim vekili olarak mektepte alıkonulmasına sebep olmuştur.

Onun muallim muavinliğine tayini; mektebin başmuallimi olan (Süt Molla) nın (2) büyük bir teveccühü eseri idi. Çünkü, yüksek fazileti ile bütün Divrik halkının hürmet ve tekrimini kazanmış olan bu zat, gözü gibi sevdiği (Nuri)nin doğruluğuna ve dürüstlüğüne kanaat getirmişti.

Bir gün mektepte, cemaatle öğle namâzı kılarlarken şöyle bir hâdise cereyan etti. Talebelerin en yaramazlarından Abdi, yanyana namaz kılan ve namazın sünnetini kılmış ta farz ile sünnet arasında intizarda bulunan (Nuri) ile (Hasip) in ârasına girmek istedi. Hasip, hemen Abdi'nin dizinde tuttuğu yün atkıyı eline aldı. Bir ucunu Nuri'nin eline tutuşturarak öteki ucunu da kendi tutup çekmeye başladı.

Atkı; ikiye bölündü: Bu hale kendisi sebebiyet vermekle beraber Abdi namazın sonunda ikiye parçalanmış olan atkıyı alarak Süt Mollâ'nın karşısına dikildi. Annesinin kendisini döveceğinden bahsederek şikâyete ve tazminat istemeye başladı.

Süt Molla atkıdan ziyade, namaz esnasında cereyan eden suça ehemmiyet verdi. Derhal Nuri ile Hasip'i huzuruna celbederek isticvap etti.

Hasip, cürmünü inkar etti. Fakat Nuri, hakikatı itiraftan çekinmedi. Aynı zamanda; annesinin verdiği on para haftalığa, Hasibin kırk para haftalığının da inzimamiyle, beş kuruş kıymetindeki atkının yenisini almak suretiyle ödeyeceğini de ilâve etti.

Süt Molla, suçluları cezalandırmak için, öküz kuyruğundan yapılmış olan kamçısınıı eline almıştı. Hasip, sağ elinin içine üç darbe yedi. Sıra, Nuri'ye gelmişti. Hayatında, hiç kimseden bir fiske bile yememiş olan Nuri, ilk defa olarak gururunun incineceğinden dolayı son derece müteessirdi. Fakat suçlu olduğu için de, cezayı tabiî görmek lüzumunu hissetmişti.

Lâkin dayak sırası kendine gelince Süt Molla başını ona çevirdi:

— Nuri.. Sen de aynı cezaya müstahaktın. Fakat doğruyu söylediğin için seni dayaktan da, tazminattan da affediyorum.

Hoca, Abdi'ye dönerek:

— Sen de, yırtılan atkıyı annene götür, tamir etsin. Öylece kullan. Tazminat falan yoktur. dedi.

Bu hâdise, Nuri'nin üzerinde çok büyük bir tesir husule getirdi. Doğruluğun mükâfatsız kalmıyacağını kafasına yerleştirdi. Netekim onun bu doğruluğu, Süt Molla'nın da nazarı dikkatini celbetmişti. O günden itibaren Nuri'yi bir kat daha sevmiş; mektebi bitirdikten sonra onu yanından ayırmak istememişti.

Fakat bu işten gelen menfaat, ailenin maddî ihtiyacını tatmine kâfi değildir. Artık küçük kardeşi Abdürrahman Naci büyümeye başlamıştır. Annesinin senelerdenberi yaptığı fedakârlık, tahammül derecesini aşmıştır. Ne hükümetin bağladığı doksan kuruş aylık ve ne de birkaç dönüm tarlanın senelik varidatı, ailenin ihtiyacımı temine kâfi değildir. Aynı zamanda küçük Nuri epeyce büyümüş; idrak sinnine gelmiştir. Annesinin senelerdenberi çektiği üzüntüleri mihnet ve meşakkatleri artık o fedakâr kadının üzerinden alarak ailenin iaşe mesuliyetlerini omuzlarına yüklenmeyi düşünmektedir.

Fakat bu düşünceyi tatbik için, Rüşdiye mektebinde muallim vekilliğinden alacağı maaş, kâfi değildir.

İşte o, tam bu düşüncelerle meşgul iken, hiç beklenilmiyen bir fırsat zuhur etti. 1322-1906 senesinde Ziraat Bankasında memura ihtiyaç görülerek bir müsabaka ilân edildi.

İstikbalin Nuri Demirağ'ı, hayat mücadelesinde ilk celâdetini bu işte gösterdi. Hiç tereddüt etmeden müsabakaya girdi. Muvaffakiyet ihraz etti. Ve bankanın (Kangal) kazasında teşkil ettiği şubeye memur tayin edildi.

Henüz on yedi yaşmda bir gencin, yeni teşekkül eden bir banka şubesinin başına geçmesi, basit bir hâdise değildi. İmtihanda muvaffakiyet kazanıldıktan sonra, asıl aranılan mühim bir şart vardı ki o da emniyet ve itimat meselesi idi. Banka binlerce lirasımı rastgele bir kimseye, bahusus on yedi yaşında tecrübesiz bir gence tevdi edemezdi... Fakat, etti. Çünkü (Mühürdar) ailesinin torunu ve merhum müstantik Ömer Beyin oğlu, daha o yaşta kazanmış olduğu şeref ve haysiyet ile Bankanın istediği emniyet ve itimadı tamamiyle haizdi. Nitekim Banka idaresi tarafından onun, hakkında. yapılan tahkikat uzun sürmedi. Günün birinde;

(Divrik eşraf ve hanedanından, Mühürdarzade Merhum Müstantık Ömer beyin mahdumu Nuri Bey, 400 kuruş maaşla bankamızın yeni teşekkül eden Kangal şubesi memurluğuna tayin edilmiştir: Kendisine, tebligat ifası...)

Diye kaymakamlığa bir telgraf geldi.

Nuri Beyin bu bankacılık memuriyeti, kendisine; çok büyük faydalar temin etti. İlk defa karşılaştığı malî, ticarî ve iktisadi meseleler, ona âdeta ders verdi.

O tarihte Ziraat Bankasının muamelâtı ve idare sistem, diğer Devlet daireleriyle kıyas edilemiyecek derecede mükemmeldi. (Muzaafa) usulü de henüz tatbik edilmekte idi. Nuri Bey bankanın bu nazik ve hassas vaziyetini derhal kavramakta gecikmedi. Ancak bankanın aslî müşterileri olan çiftçilere karşı güç gelen bazı formaliteleri vardı ki, Nuri Bey bunları beğenmedi. O güçlükleri kolaylastırmak için teşebbüslere girişti.

Nuri Beyde, babası Ömer Beyin ruhu tecelli ediyordu. Bir taraftan vazifesine karşı şiddetli bir rabıta gösterirken, diğer taraftan da halkın haklarını gözetiyor; böylece vicdanının necip hislerini de tatmin eyliyordu. Aynı zamanda hem âmirlerinin teveccühünü, hem de halkın muhabbet ve minnettarlığını celbederek muhitinde şerefli bir nam kazanıyordu.

Fakat; bu genç bankacının günden güne inkişaf eden ruhu, artık Kangal gibi dar bir sahaya sığmıyordu. Kuvvetli enerjisi, onu büyük hamlelere sevkediyordu. Lâkin o acele etmiyor. Ruhunun inkişaf eden hissiyatını ve enerjisinin aradığı sahayı bulabilmek için zaman ve imkân bekliyordu.

Böyle olmakla beraber, bir an bile boş durmuyordu. Bir taraftan banka muamelelerinin bütün inceliklerine nüfuz edebilmek için inceden inceye tetkiklerde bulunurken, diğer taraflan da umumi malümatını artıracak teşebbüslerle meşgul oluyor; vaktini boş geçirmiyordu.

Genç bankacı, kendisi gibi genç memurlârın sık sık tertip ettikleri zevk âlemlerinden daima uzak yaşıyordu, Sigara içmiyor. İçki kullanmıyor, oyun oynamıyordu. Hayatı, temiz bir perhizkârlık içinde devam edip gidiyor; okumaktan yorulduğu zaman, kırlarda at gezintilerine çıkarak sıhhat ve taravet iktisap ediyordu. Gürbüz vücudu, bir kat daha kuvvetleniyordu.

Bu atlı kır gezintileri, Nuri Beyi az zamanda iyi bir binici haline getirmişti. Bu hal, günün birinde, onun hayat tarihine bir kahramanlık macerasının karışmasına sebebiyet verdi.

O tarihte Kangal kaymakamı olan zat, Irak kazalarından birinde memur iken buraya tayin edilmişti. Ve gelirken de, cins bir arap atı getirmişti. Fakat atı, iyi terbiye edememişlerdi. Huysuzlandırmışlardı. Tepip ısırması yüzünden, süvari zaptiyeler atın yanına yaklaşamıyorlardı.

En zor işlere atılmaktan zevk duyan Nuri Bey, bu haşarı ata binmeye azmetti. Ve her cuma at koşuları yapılan ve cirit oynanan meydana gitti. Kaymakamın atı da, bu meydanın mahallinde, üstü kapalı ve yanları açık bir çardağın altında idi. Zaptiyeler onu da meydana çıkarıp dolaştırmak istiyorlardı. Lâkin, hiç durmadan etrafına çifteler savuran ata yaklaşmaktan çekiniyorlardı. Bin müşkilât ile atın üzerine eğer kapatıldı. Nuri Bey, o kadar çevik ve mâhirane bir sürette sıçradı ki, bundan at bile şaşırdı, Ve sonra, çılgınca bir sür'atle ovaya doğru fırladı.

Koşu meydanını dolduran halkın nazarları, kanatlı bir kuş gibi uçan atı takip ediyordu. Nuri Beyin bu cüretkârane hareketi herkese korku ve heyecan veriyordu. Halbuki o, hayvanı kendi çılgınlığına terketmişti. Koşan, sıçrayan, şaha kalkan, çifteler savuran hayvan, korkunç haşarılıklar gösterdi. Nihayet tabiî zekâsiyle, üstündeki binicinin pervasızlığını anlamış olacak ki, yavaş yavaş sükünet kesbetti.

O zaman Nuri Bey, hâkimiyeti tamamiyle eline aldı. Onu, şiddetle kırbaçladı. Geniş bir saha içinde yoruncaya kadar birkaç defa dolu dizgin koşturdu. Tamamiyle yorgun düşürdükten sonra, yarış meydanına gelerek, bembeyaz köpükler içinde kalmış olan hayvandan indi. Ve, hayretler içinde etrafını saranlara gülümsiyerek, yorgunluktan kuyruğu, kulağı düşmüş atın dizginini zaptiyelere teslim ederken:

— Gelecek defa, yine bineceğim. dedi.

Naklettiğimiz şu vak'a, belki ehemmiyetsiz gibi görünür. Fakat esas itibariyle mühimdir. Çünkü —zaten halk arasında muhtelif iyilik vesileleriyle şöhret kazanmış olan— bankacı Nuri beyin maruf olan meziyetlerine birşey daha ilâve edilmiştir. Ve ona halk tarafından, derhal bir de kahramanlık vasfı ilâve edilmiştir. Bu da, onun gençlik karakterini tebarüz ettiren bir misal mahiyetindedir. Bundan dolayı, naklettiğimiz bu hâdise, hususî bir ehemmiyeti haizdir.

Kangal gibi dar bir muhitin Nuri Beyi bir türlü tatmin edemediğinden bahsetmiştik.

Genç bankacıya, bir kaza merkezinin mütevazı bankasını idare etmek pek hafif geliyordu. O, artık tamamiyle kavradığı banka muamelâtını daha geniş sahada tatbik etmeyi düşünüyordu. Ve bilhassa düşüncelerine uygun gelmiyen bir takım usuller vardı ki, bunları ıslah etmek lüzumu üzerinde tevakkuf ediyor; yazdığı ıslahat lâyihalarını, bankanın Sivas merkezi vasıtasiyle İstanbuldaki Umum Müdürlüğüne gönderiyordu.

Açıklamalar

(1) Murat zade Hacı Ali Efendi İkinci Sultan Mahmut devrinde İstanbul kadısı idi. O devrin haysiyet ve şeref ashabına pek çok fenalıkları dokunan Hâlet Efendinin siayeti ile Divrik'e nefyedilmişti.

(2) «Süt Molla» (Dâr-ül Muallimîn) in ilk talebelerindendi. Mektepten birincilikle neşet etmişti. Kendisine derhal maarif müdürlüğü ve saire gibi parlak vaziler teklif edildiği halde hepsini reddetmiş; doğduğu beldenin ilim ve İrfan hayatına hizmet etmek için, (Divrik) kasabası rüşdiye hocalığını kabul edecek derecede feragat göstermişti. Arabi ve farisî lisanlarını çok iyi bilirdi. Mükemmel bir riyaziyeci idi. Ayni zamanda, 1288 ve 1293 Rus harplerine gönüllü olarak iştirak eden vatanperverlerdendi. Divrikte yapılan Rüşdiye mektebinin bânisi de o idi. Kırk beş sene zarfında o mektepte binlerce talebe yetiştirmiş; ve bu müddet zarfında maaşından başka, hiç kimseden on para kabul etmemişti. Hulâsa, faziletin cidden timsali olan bu zat daha hâlâ Divrik kasabasında ve bütün talebeleri arasında hayır ile yâd edilen mühim bir şahsiyettir.

Yorumlar

yorum yaz

Yorum yaz

Henüz yorum yok.